Adalet, sevgi ve nefret üzerine…

Adalet kavramı üzerine çok düşündüm dostlar… Belki de en çok adaletsizliğe maruz kalan kesimlerden birinde yetişmemden dolayı bu kelime ve türevleri her zaman dikkatimi çekmiştir: Adalet, hak, adil olmak, adil dağıtmak, vs. vs.

(NOT: Yukarıdaki paragrafı okuyunca “En kötü durumda olanın sadece kendin olduğunu mu sanıyorsun, otur da haline şükret.” gibi düşünceleri aklınızdan geçirdiyseniz lütfen yazıyı okumayı bırakın. Sizden kötü durumda insanlar olduğunu bilmek; sizi neden dünyadaki paranın büyük çoğunluğunun çok çok küçük bir grup tarafından kontrol edildiğini sorgulamaktan, daha fazlasını kazanma ve daha iyi işler başarma isteğinden alıkoyuyorsa, sizden daha beter sefalet çeken insanlar olduğu için içinizi ferahlatabiliyorsanız; sadece şükretmeye devam edin ve o güzel beyninizi yormayın. Biz sizin yerinize de adalet ararız, sorun değil. Zaten arama çalışmalarında da bir faydanız olmaz..:))

Neyse; şükredenler çıktığına göre devam edebiliriz.:D Dediğim gibi; adaletsizlikle o kadar da sorunu olmayan bir kesimden olsaydım, bu konu o kadar ilgimi çeker miydi? 21. yüzyılın silindirik medeniyetinde var olan ve evrenin, doğanın ve termodinamiğin tüm yasalarına aykırı olan bu dengesizlik hali o kadar da umrumda olur muydu? Emin değilim…

Öyle ya… Aklınızdakileri yapmanıza engel olan şey ne ise ona yoğunlaşırsınız ve onun daha iyi işlemesi için uğraşırsınız. Parasızlık çeken biri ekonomiyi, para kavramını ve paranın adil dağıtımını sorgular. Etnik veya dini kökeninden dolayı dışlananlar tüm insanların eşit olup olmadığını sorgular ve kökenler veya inançlar arasında eşitlik olması için çırpınır. Saçma sapan hacı hoca üfürükleri ve kocakarı ilaçları yüzünden başı belaya girmiş veya bir yakınının başını derde sokmuş biriyse bilimin, mantığın kulu kölesi olur gibi..:) Aslında bu nokta; bir insanın diz kapakları veya omuzları gibi en hassas eklem noktalarından biridir. Çünkü; soruları farklı açılardan sorduğunuz zaman tam bir çıkmaza giriyorsunuz.

Durmadan çalışmasına, emek vermesine ve üretmesine rağmen uzun bir süre fakir kalmış; sonra talihi dönmüş ve zenginleşmiş birini düşünün. Öyle borcu harcı olmamasına rağmen iPhone’un yeni modelini alamadığı için kendini adaletsizliğe uğramış gibi hisseden “göreceli fakir”lerden bahsetmiyoruz ama… Örnekteki adam; aylık maksimum geliri asgari ücrete ulaşabilen bir adam… Bu adamın sonradan elde ettiği serveti başkalarıyla paylaşması adaletin bir zorunluluğu mudur? Yoksa yıllar boyunca çektiklerinin adil bir karşılığı mıdır? Hadi bu adam adil karşılığını aldı diyelim, hayatı boyunca aynı şekilde çalışıp da hiçbir şekilde kendini doğrultamamış insanların hesabını kim görüyor? O güzel, çalışkan insanlara akan ırmakların, köşklerin, üzümlerin ve hurilerin hediye edildiği bir yer gerçekten varsa; aynı seviyede yola çıkıp bu dünyadayken zenginleşebilmiş olanlar şu anda neyin ödülünü, promosyonunu aldı? Ya da hak ettiğini hiçbir şekilde alamamış olanlar neyin cezasını çekiyor?…

Bütün bu soruların vardığı yer aslında belli: Doğduğunuz yer, kesim, köken ve çağ; ardında hiçbir bilinçli plan olmayan, tamamen şansa bağlı sevdiğimin adaletinin ürünüdür…:)

Sorularımızın başına dönecek olursak; zengin olan adam neden servetini başkalarıyla paylaşmak zorunda kalsın ki? Çeşitli yardım yöntemleri, fonlar, vs. yollarla gönlünce yardım yapabilir tabii. Zaten kendi çektiklerinden sonra büyük ihtimalle o sorunlara tamamen yüz çeviremeyecek ve duyarsız kalamayacaktır. Peki; kendisi gibi olan insanlara başlangıç için bu itici gücü verdikten sonra geri kalan varlığı ve imkanları onun hakkı değil midir? Değilse; yıllar boyunca mahrum kaldığı şeylerin diyetini ona kim nerede ödeyecek?…

Sahi; evrenin veya yaratıcının dahi yerine getirmediği adil olma ve adil dağıtma işini zaafları ve arzuları olan bir ademoğlundan beklemek biraz haksızlık değil mi? Bir şöyle bir şey var: Sonradan kendi kendinize zengin olmuş biriyseniz, tam bir günah keçisi oluyorsunuz. Elde ettiklerinizin büyük bir kısmını bağışladığınız veya sisteme adapte olmak için kullandığınız zaman, zenginlerin ve orta hallilerin “Bak parayı buldu, zengin oldu ama sapıtmadı, adam oldu.” gibisinden ardında buram buram kibir kokan bir takdirini alıyorsunuz. Onların çöplüğü ya bu dünya, tüm başarılarınıza rağmen kurallarına uyuyorsunuz, uslu duruyorsunuz ya, bir aferini hak ediyorsunuz…:) Kölelik yıllarınızın bedelini kim ödeyecek: Bilinmiyor. Sonradan ödenecek mi?: Sanmıyorum ama bilinmiyor diyelim.:)

Peki ya hiçbir şey umrunuzda olmadı ve tam bir duygusuz domuz olup çıktınız diyelim. Bu sefer de “Adam bilmem kaç milyon kazandı kimseye koklatmıyor.”, “Allahın sonradan görmesi” gibi ithamlara maruz kalırsınız. Sizi eleştirenlerin %99’undan daha fazla çalışmış, çabalamış ve sonunda başarmış olmanızı dikkate alan yok, unutuldu gitti… Lay lay lom yaşamaya devam etmeleri için gereken parayı koklatmadınız ya, hepsini kendi lüksünüze, keyfinize harcadınız ya; sizden kötüsü yok artık…

Peki kendi çabalarıyla değil de aileden; yani babasından veya dedesinden zengin olanlar? Adalet kavramına göre; serveti kendisi elde eden kişiden sonra gelenin; yani bir eli yağda bir eli balda doğan ve öyle yaşamaya devam eden çocukların, sahip olduklarıyla “DOĞRU ORANTILI” bir şekilde paylaşımcı veya kamuya yatırımcı olmadıkları sürece bence çok da fazlaca bir hakları olmamalıdır(kişisel görüş) .  Atalarıyla aynı ölçüde başarılı ve çalışkan olmadıkları sürece sahip oldukları şeyleri kaybetmeleri işten bile olmamalıdır ki zaten öyle.

Yani; zengin doğup zengin yaşamış bir adamdansa; kendisi zengin olmuş bir insana daha toleranslı davranılmalıdır. Aksi halde ahlaki sorumlulukların yüklenmesi açısından ciddi bir adaletsizlikle karşılaşmış oluruz. İnsanların %90’ından fazla çalışıp kendi parasını kazanan o adam; daha sonra peygamberlerde bile zor bulunur bir erdem göstererek paranın ve gücün keyfini çıkarmaması beklenen yine o adam… Fakir, çalışkan ve akıllı insanlara biraz fazla yüklenilmiyor mu?…

Bana sorarsanız dostlar; lükse, konfora ve her zaman ilgilenmek isteyip de zaman ayıramadığınız şeyleri yapmaya doymamakta dibine kadar haklısınız ve bu sizin adil karşılığınızdır. Var olmayan ödüller, var olmayan adalet bekçileri umuduyla emeğinizi ve aklınızı heba etmeyin.

Kendiniz gibi olanlara yardım etmeye gelirsek…. Aslında işleri o kadar da karmaşıklaştırmaya gerek yok. Asgari ücretli günlerinizden senede 1 milyon TL kazanacak duruma geldiniz diyelim. Allah bozmasın. Ama senede 1 milyon değil de 800 bin, hatta 700 bini kendinize ayırsanız; zamanında ayda 100-200 lira ile geçinmeyi başarmış birinin bu durumdan çok da etkileneceğini sanmıyorum.:D Söz konusu tutar; esarette geçmiş yılların acısını hala rahatlıkla çıkarabileceğiniz bir tutar… Dolayısıyla; bir girişimcinin anatomisi yazımda da belirttiğim gibi sahip olduğunuz en doğal hak olan sonradan görmelik hakkı ve zenginliği sonuna kadar yaşama hakkının; sizinle benzer bir hayat çizgisi izleyenleri görmezden gelmenize sebep olmasını engelleyin derim. Zaten bu durum; son derece rasyonel ve pragmatist düşünceye uyarlanabilir bir şeydir.Yardımlaşmanın kökeni gereği, var olmak ve hayatta kalabilmek için beraber avlandığınız kabileye ihtiyacınız vardır. Tek başınıza kalırsanız ya vahşi hayvanlar tarafından parçalanır, ya açlıktan ya da soğuktan ölürsünüz. Bunlar bir benzetme tabii..:D Ama günümüz yaşamında vahşi doğa yerine bu kapitalist dünyayı koyarsanız; diğer insan türleri arasında varlığınızı sürdürebilmeniz için ve siz yok olduktan sonra çocuklarınızın da hayatta kalabileceğinden emin olmanız için, sizinle aynı sıkıntıları yaşamış ve aynı kafa yapısına sahip insanların da güçlenmesine ihtiyacınız vardır. Dolayısıyla; sizin gibi olanlara yardım etmek, sizin yararınıza olacaktır. Başkaları mı?… Onlara yardım eden de mutlaka vardır. Sizin ailenizden değiller, sizin kabilenizden değiller. Boş verin, bütün dünyaya yetişecek değilsiniz.

Hadi canınız istiyorsa insani açıdan da bakalım:): Yukarıdaki örnekten hareket edersek, gelirinin %30’unu yardım ve kalkınma için ayıran biri bugüne kadar görülmemiştir. En azından ben duymadım. Dolayısıyla; amacınız o olmasa bile insanlık ve sosyal sorumluluk konularında da çığır açmış olursunuz..:D

Bu kadar basit… Yardımlaşmanın kutsal ve ulvi bir yönü yoktur. Kendi arkanızı kollamaktan başka bir şey değildir.

Pekiii… Bunca adaletsizlik karşısında sonucu ne olursa olsun adalet aramamızı sağlayan dürtü hangisidir: Ailemize, beraber çalıştığımız çevremize ve kendimize duyduğumuz sevgi mi? Yoksa her Allahın gününü, her milisaniyesini gözümüzün önünde adaletsizce sahip olduklarıyla geçirenlere duyduğumuz nefret mi? Sevdiklerinizle beraber aklınızdan ve hayallerinizden geçiyorsa hayata uyarlayabileceğiniz, arada sırada gözünüzü kan bürümesine sebep olan şeyleri ve kişileri bir daha görmeyeceğiniz bir yer bulsanız; nefretinizi boş verip bütün hesaplaşmalardan vazgeçer miydiniz? Ya da bir gün sevgi duyduğunuz her şeyi kaybetseniz; kazanılan zafer sonrasında ateş etrafında toplanıp hikayeler anlatacağınız kimseler olmamasına rağmen nefretinizi dinler ve savaşmaya devam eder miydiniz? Savaşmak eskisi gibi zevkli olur muydu?

sevgi mi, nefret mi
sevgi mi, nefret mi

Zor bir ikilem gibi gözüküyor..:) Ama biraz irdelediğimiz zaman; pek de hoşlanmayacağımız bir tabloyla karşılaşıyoruz sanki…

En basitinden kendi tarihimizden yola çıkalım: Çanakkalede ve Kurtuluş Savaşında ölmek için bir an bile tereddüt etmeyen; bugün bizim yaşayabilmemizi sağlayan atalarımızı düşünelim. Vatanlarını seviyorlar mıydı? Herkesten çok… İşgale gelen düşman askerlerinden nefret ediyorlar mıydı? Herkesten çok. Bunun için ölmekte bir sakınca görmediler.

Akabinde sağ kalanların kurduğu cumhuriyete bakarsak; cephelerde savaşmanın yanı sıra, kurulmuş bir ülkeyi hızla kalkındırmak ve uygarlaştırmak için nasıl çırpındıklarını ve nasıl başarılı işler ortaya çıkardıklarını görürüz. Şimdi soru şu: Ülkemizi seviyor muyuz? Sormamı bile garipsiyorsunuz değil mi?..:) Peki o güzel insanların verdiği uğraşın yüzde kaçı kadar uğraşıyoruz? Bence utanılacak bir oran… İki grubu karşılaştırdığımız zaman tek bir değişken var: Onlar da biz de ülkemizi seviyoruz evet… ama kendi topraklarınızda yabancı postalların dolaşmasının ne demek olduğunu, hiçbir sebep yokken şehrin ortasında düşman askerinin dipçiğiyle ölme ihtimaliniz olmasının ne demek olduğunu sadece onlar biliyorlardı, onlar yaşamışlardı. Yaşadıkları bu korkunun ve nefretin sonucunda ise hiç unutulmayacak bir destan yaşamışlardı ve hiç yıkılmayacak olan bir ülke kurmuşlardı.

Yani değerli dostlar; sevgi duyduğunuz bir şeyler olmalı. Özgürlük, sevgiliniz, orman, deniz, para, aileniz, aklınıza gelebilecek herhangi bir şey… Yok diyorsanız istisnasız bir şekilde yanılıyorsunuz. Bu kadar emin söylüyorum. Aklınıza gelmiyorsa gözleriniz kapatın ve kafatasınızın içini biraz zorlayın. Orada güzel anılar ve güzel düşünceler olduğuna eminim. Çünkü diyalektik gereği; nefret ettiğiniz bir şey varsa, sevgi duyduğunuz bir şeyler ya da birileri de var demektir. Bunu inkar edip %100 nefret dolu olduğunu iddia eden ve “Hepinizden tiksiniyorum.” tarzında liseli gibi takılan birinin kısa sürede rotasını kaybetmekten ve sahneden silinmekten başka şansı yoktur.

Gelelim hırs konusuna… Hiç inkar etmeyin arkadaşlar; diyalektik burada da geçerlidir.:D Bir şeylere veya birilerine sevgi duyuyorsanız; nefret ettiğiniz bir şeyler veya birileri de var demektir.:) Bu henüz aklınıza gelmiyorsa sakın ha kendinize yapay bir düşman yaratmaya kalkmayın. Yaşadıklarınıza ve çevre şartlarına göre her şey kendiliğinden şekillenecektir zaten.

Nefret ya da hırs konusu insanların en çok yanlış anladığı ve en çok kendilerini kandırdıkları konulardan biridir. Genelde nefretin ve size zarar verme potansiyeli olan bir şeyi yok etme isteğinin varlığını dahi kabul etmeyiz. Duyduğumuz sevgi ve sahip olduğumuz iyi yönlere sık sıkı sarılıp; en az diğerleri kadar doğal ve içgüdüsel olan yönümüzü görmezden gelmeye çalışırız. Bu; sağlığa en zararlı alışkanlıklardan biridir.

Size hep hırsın kötü olduğundan ve eninde sonunda dönüp size zarar vereceğinden bahsederler değil mi?. Ama biliyor musunuz: Sahip olduğunuz hırs; iç güdülerinizi diri tutacak, vücudunuzun dinç kalmasını sağlayacak ve yaşlanmanızı engelleyecek en şifalı ilaçlardan biridir. Sizi yaşlandırıp yıpratacak, iç güdülerinizi, düşünme yeteneğinizi ve reflekslerinizi köreltecek olan şey tam tersine; duyduğunuz hırsı ısrarla inkar etmek ve beyninizde çalan savaş tamtamlarını susturmaya çalışarak en doğal arzularınızın içinizde patlamasına izin vermektir.

Bu yüzden arkadaşlar; şu an zaten yeterince güçlüyseniz veya eğer bir gün güçlü olursanız, anlamsız bir şekilde erdemli olma çabalarına girmeyin. Kendinize zarar verirsiniz. Nefret ettiğiniz ben bile olsam geçerli sebepleriniz olduğu sürece yadırgamam, anlarım. Çünkü bilirim ki işler böyle yürüyor.:)

Unutmadan belirtelim ki bu nefreti ya da hırsı elbette kişilere karşı ya da halka karşı değil de olaylara karşı olarak düşünmekte fayda var. Kişisel bir nefret zararlıdır.

Dolayısıyla; ben de nefret ettiğim şeyleri hiçbir zaman boş vermedim, unutmadım. Çünkü; her ne kadar kendi işime gücüme baksam da, kendi uğraşlarımla meşgul olsam da her zaman farkındayım, oradalar… Ara sıra karşılaşmam ve savaşa girmem de kaçınılmaz olacak. Elbette nelerden nefret ettiğimi buradan net bir şekilde söylemek doğru kaçmayacaktır.

Benim kendimi bildim bileli en iyi yaptığım şey yoktan var edercesine para kazanmak, kendimi en iyi geliştirdiğim konu da daha fazla para kazanmaktı..:) Dolayısıyla; zamanla para kazanma mecburiyetimi aynı zamanda en büyük eğlencem ve tutkum haline getirmeyi öğrendim. Sanattan tutun da bilime, spora veya başka herhangi bir ilgi alanıyla uğraşmadan önce kendi kendime sorduğum ilk soru şu oldu: “Bunu öğrenmek bana ne kadar kazandıracak?” Gidip de oyuncu veya sporcu olmayı düşünmedim tabii. Dolaylı yoldan diyorum. Örneğin; okuduğum romanları veya izlediğim filmleri hiçbir zaman sanatla uğraşmış veya kültürlenmiş olmak için okumadım, izlemedim. Birçok roman insan karakterini çözümlememe ve insan davranışları üzerinde gözlem yapmama yardımcı oluyordu. Sadece bunun için okudum. Filmler de aynı şekilde. Ve hala anlamadığım bir şekilde; insanlar, onlarla aynı kitabı okumuş ve aynı filmi izlemiş birine çok daha kolay güveniyorlar, yakınlık kurmakta bir sakınca görmüyorlardı.:) Ya da çeşitli fikirsel, felsefi kitapları hayatın amacı ve anlamı konusunda farklı bakış açılarına göz atmak için okudum. Bu adaletsizliğe tahammül etmek için geçerli tek bir sebep arıyordum. Hizmet edecek bir amaç arıyordum. Ama ne kadar çok okuduysam; nasıl b.ktan bir sahnede olduğumuzu o kadar net bir şekilde gördüm..:) Bunun gibi hatırlamadığım birçok örnekte de olduğu gibi; insanların aşka gelerek, coşkuyla yaptıkları birçok şey, benim için sadece daha fazla kazanmak, daha fazla bilmek ve daha iyi kontrol edebilmek için bir araç oldu.

Hatta aynı şekilde; konuşmaya değer olma kriterlerine uymayan çok insanı amaçlarıma ulaşmak için bir malzeme olarak gördüm. Temiz niyetli çok insanı üzdüm, çok insanın kalbini kırdım… Empati yetenekleri ne kadar gelişmiş olursa olsun; aynı şeyleri yaşamadıkları sürece ne demek istediğimi tam olarak anlayamayacaklarına emin olduğum için hepsini soğukkanlılıkla yaptım. Şu yazımda da belirttiğim gibi; maksat hayatta kalmak ve neslini devam ettirmek. Geri kalan her kural değişkendir.

Daha farklı bir seçenek düşünüyor muyum? Kesinlikle hayır!.. Senelerdir tek ilgi alanım olan bir şeyi terk ettiğim zaman; rahat duramayıp her şeyi sorgulamanın, her şeyin ve her olayın altındaki sebebi keşfetmeye çalışmanın bedeli olarak kendimi simsiyah, üzerinde hiçbir çizim, hiçbir resim olmayan kapkaranlık bir yerde bulacağımı; hayatın anlamsızlığının, amaçsızlığının yükünü her saniye omzumda hissedeceğimi biliyorum.

Hazır müsait durumdayken bütün bunları bırakıp sessiz sakin bir orta sınıflığa soyunayım desem; hayatı boyunca “Şu maaştan biraz kenara ayırayım da yoksa iPhone alamayacağım.” cümlesinden öte maddi sıkıntı çekmemiş olan lalelerin arasında gereğinden fazla kaldığım zaman kaçınılmaz olarak bir cinnet geçireceğimi ve en az 15 kişinin yaralanacağını biliyorum. Verilen çabaların karşılığı olarak onların halihazırda doğduğundan beri sürdüğü hayata benim sonradan katılmayı kabul etmem halinde “Ee, hepsi bu kadar mıydı?” dercesine salak ve keriz yerine konmuş gibi hissedeceğimi biliyorum. Onlar hiçbir çaba harcamaksızın öyle bir hayat içerisindeyken, bizim çabalarımızın karşılığı, ömrümüzün dörtte biri geçtikten sonra tüm dürtülerimizi bastırıp asimile olmak mı olacak?.. Hayır!… Ya biz onlardan çok daha fazlasını alırız, ya da onlar bizden daha kötü bir duruma düşer.. Adalet dediğin şey böyle işler arkadaşlar. Sizin yıllar geçtikçe küçük küçük terfiler almanız ama daha az çaba verenlerin de aynı oranda zenginleşmeye devam etmesi adalet değildir. Aksi halde; küçücük bir beyliğin gücüne de denk olsa, ailenizle ve silah arkadaşlarınızla beraber kendinize ait bir dünya kurmayı, kendinize has tarzla, fikirlerle, geleneklerle ve ritüellerle yaşamayı asimile olmaktan çok daha kolay olarak görüyorum. Aynı zamanda bu seçenekte daha fazla kazanma şansımın olduğuna da eminim. Hatta öyle ki; bazen “Keşke dünyada hala keşfedilmemiş kıtalar olsaydı da ilk yerleşimcileri olsaydık.” diye düşünmeden edemiyorum.:) Hatta bir gün uzman astronotlar dışında uzayda yaşam kuracak koloniciler arasalar büyük ihtimalle gönüllü olurum.:)

En güzeli de; bu kafa yapısından kurtulmaya çalışmıyorum. Çünkü; gerçekleri görmemi ve var olmamı sağlayan tek şey o idi. Hatta inanır mısınız: Dünün tatlı su balıkları bugün iş hayatına atıldıkları zaman, nelerle boğuştuğumu bilmeden “dünyayı mı kurtaracaksın bu kadar çalışıyorsun” tarzı cümlelerle benimle dalga geçmeye çalışanların, “Çok kafana takıyorsun, dalgana bak” diye gülüp geçen çakma carpe diemcilerin; şimdilerde sosyal adalet konusunda birdenbire en duyarlı vatandaş kesilmelerini görünce; geçinmekte zorlanmalarından, ezilmelerinden ve çaresizce çırpınışlarından sadistçe bir zevk alıyorum..:)) Unutmayın; sonunda bir insanın hayatı kararacak olsa da, şeytanın adaleti vasıtasıyla gerçekleşse de, asil bir durumun yürürlükte olduğunu görmek kadar içinizi eritecek ve zevk almanızı sağlayacak bir şey yoktur. (Orgazm hariç:D)

İşte böyle dostlar.. Fikirlerime, yaşam tarzıma ve para kazanma hırsıma daha da sıkı sarılmamı sağlayan o zararsız hırs duygusunu asla engellemeye çalışmıyorum. Ama bu; işin sevgi yönünü ihmal etmeme engel olmuyor. Bütün o vahşet dolu duygulardan sadece saniyeler sonrasında bile benim çektiklerimi çekmiş işçi, çiftçi veya asgari ücretli hizmet çalışanı gibi kesimlerin çocuklarına eğitim yardımı yapmak veya çalışma şartlarını kolaylaştırmak gibi sevgi dolu planlar kurabiliyorum.:) Sabah güne başlarken veya akşam yatmadan önce mutlaka sevdiğim şeylerle veya kişilerle vakit geçirmiş oluyorum. Nefretini 10 sayfa açıkladın da sevgini niye açıklamıyorsun?” diye soracak olursanız; savaşta size cesaret vermesi için onların size bir yardımı olmayacak. Bırakın da bizde kalsın.:)

Ailenden, sevdiklerinden ve yardım etmeyi planladığın kişilerden başka hiç mi bir şeyi sevmiyor musun diye sorarsanız sadece tek bir şey var: şehirde daracık betonların, basık tavanların arasındayken bazen beynimi patlatacakmış gibi susmak bilmeyen bu soruları, sorgulamaları karaciğerime sağlam bir şekilde yüklenmedikçe susturamazdım. Sık sık susmalarını isterdim ve mecbur kalırdım.:) Ama hiçbir çaba sarf etmeden onları bir çırpıda susturan iki şey vardı: Doğa ve uçsuz bucaksız mavi deniz. Karşımda o ikisinden biri varsa; bıraksanız bütün gün mal mal uzakları seyredebilirim.:D Ben de kabileme yaptığım yardımlardan ve konfor konusunda hak ettiğimce kendimi tatmin ettikten sonra sahip olduğum güçle; beyin dalgalarımı düzenleyen ve ruhani bir huzur hissetmemi sağlayan doğayı ve denizleri, yarattığınız bu saçma sapan yüzyıldan ve onun aptal betonarmelerden korumak için savaşacağım…

NOT: Yazarken fark ettim. Birincisi; maddi sıkıntı lafından çok fazla bahsetmem, manevi veya ailevi sıkıntıları olanları görmüyor olmam gibi algılanabilir. Onlardan bahsetmememin sebebi; yazının en başında belirttiğim gibi nefret ettiğim şükretme kavramıdır ve maddi sıkıntı konusundaki gerçekleri örtmemesidir. Eğer zengin insanların da birçok ailevi veya manevi sıkıntı çekerek sınav edildiklerini iddia edecekseniz; hem fakir hem de ailevi sorunları olan insanların statüsünü de açıklayabilmeniz gerekir. İkincisi; “hayatta kalmak” kavramını çok kullanmışım. Bu kavramı kullanırken özgürce seyahat edebilmek, parasal sıkıntılar çekmeden ilgi alanlarıyla uğraşabilmek, fikirsel ve düşünsel anlamda kendini yeterince ifade edebilmek gibi şeylerden bahsediyorum. Yoksa ne kadar fakir olursa olsun fiziksel anlamda herkesin yaşadığını ben de biliyorum.:D

2. not: Bu yazı tamamen yazarın şahsi düşüncelerini ve beyanlarını içermekte olup hiçbir telkin, yönlendirme, kötü amaç, hakaret ya da başkaca suç işleme amacı olmaksızın eleştiri ve ifade özgürlüğü sınırları içerisinde etik kurallara uyarak yazar tarafından iç dökme amacıyla yazılmış bir blog yazısıdır.

Yorum yapın